Fotoğrafçılık Etik ve Ölüm Pornografisi
Günümüzde gerek Orta Doğu’da yaşanan savaşlar, gerekse güneydoğuda yaşadığımız terör/terörle mücadele olayları nedeniyle hem medya, hem de sosyal medya kanallarında her gün yüzlerce bedensel bütünlüğünü yitirmiş, bolca kan ve vahşet içeren ölüm fotoğraflarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Bedensel mahremiyetin hiçe sayılarak kamulaştırılması anlamında ölüm pornografisi olarak da değerlendirilebilecek bu tip fotoğraflar pek çoğumuzu rahatsız etse de, özellikle sosyal medyada üzerlerinde beğenmeyen, paylaşmayan veya yorum eklemeyenleri duyarsızlıkla itham eden ve ötekileştiren başlıklarla servis edilmekte, bu sayede yaratılan sosyal baskı ile reytingleri devamlı yükselmektedir. Bu bağlamda yaşanan sürecin daha detaylı analizi için geçmişten günümüze “ölüm” kavramının fotoğrafçılık ve fotoğraf etiği açısından nasıl ele alındığının ve ölüm fotoğrafçılığının süreçlerinin bilinmesi yol gösterici olacaktır.
Kökenini yunanca ethos yani töre kelimesinden alan etik; evrensel ölçekte doğru, iyi, haklı ve adil kavramları üzerinde durmakta ve yıllardır felsefenin üç temel başlığından biri olarak yaşamsal alanların hemen hepsinde, bu alanların kendi dinamikleri çerçevesinde tartışılmaktadır. Fotoğrafçılığın pek çok konusuna dair etik değerler tartışılmaya devam etse de kişisel alanların mahremiyetinin korunması teoride herkes tarafından kabul görecek bir kural olacaktır. Ancak kişisel alanın sınırlarının tanımlanmasına gelindiğinde tartışmalar yeniden alevlenecek ve fotoğrafa konu olan kişinin sosyal statüsünden tutun da, yaşamsal durumuna kadar pek çok öğe bu sınırların hareketliliğine neden olacaktır.
Genel manada kendisinin ya da şartlara göre yakınlarının izni olmaksızın herhangi birinin fotoğrafının çekilmesinin etik olmadığını savunabiliriz. Ancak konu ölümün fotoğraflanması olduğunda hizmet ettiği amaç ya da sunum şekli tüm dinamikleri değiştirecek ve yeni etik tartışmalarına sebep olacaktır.

Ölümün fotoğraflanması neredeyse fotoğrafın tarihiyle yaşıt bir olgu. Fotoğrafın keşfine denk gelen 19. YY. savaş ve salgınların tüm dünyayı etkilediği bir dönem olması itibariyle “ölüm” kavramı insanların her an yüzyüze olduğu soğuk bir gerçeklik olarak algılanmakta, aynı zamanda ilk fotoğraf teknolojilerinin(Daguerreotype) ihtiyaç duydukları uzun pozlama süreleri canlıların fotoğraflanmasını oldukça zorlaştırmaktaydı. Bu iki durumun hazırladığı zemin özellikle Avrupa ve Amerika’da “Post Mortem” (ölüm sonrası) ya da “memento mori” (ölümü hatırla) olarak isimlendirilen ölü insanların sanki yaşıyormuşçasına giydirilip makyajlanarak fotoğraflanması akımını yaratmıştır. Günümüzde oldukça rahatsız edici bir fikir olarak algılanabilecek bu akım insanların yaşadıkları kayıpları (özellikle çocuk ölümlerini) bir şekilde kağıt üzerinde de olsa ölümsüz kılma fikrinden beslenmekteydi. Ölülerin tek başlarına fotoğraflandığı Post Mortem’ler olduğu gibi yaşayan diğer aile bireyleriyle birlikte fotoğraflandığı örneklere de rastlamak mümkündür. Aynı karede birlikte görünen insanlardan hayatta olanları uzun pozlama sürelerinden kaynaklanan hareket netsizliği ile hayaletsi görünürken, bünyesinde hiç hareket barındırmayan ölü bedenlerin tamamen net ve canlı bir şekilde görünüyor olması ise günümüzde baktığımızda ciddi bir ironiyi beraberinde getirmektedir. Bu ironi Ronald Barthes’in Camera Lucida kitabında bahsettiği fotoğraf çekilirken poz veren kişinin nesnelleşmesi ve özel yaşantısından tamamen uzaklaşıp o anın içerisinde donup kalmasından kaynaklanan fotoğrafın halihazırdaki öldürücü etkisini anımsatmaktadır. 19. yy.’da oldukça yaygın olan Post Mortem geleneği 20. yy.’da doğu katolik ve doğu ortodoks kiliselerinin tabut içerisinde çekilen post mortemleri haricinde tamamen ortadan kalkmıştır.

Fotoğrafçılık tarihinde vahşet içeren ilk ölüm fotoğrafı ise Pulitzer ödüllü Robert Capa tarafından İspanya iç savaşında çekilen, cumhuriyetçi bir askerin vuruluş anını gösteren “Ölüm Anı” fotoğrafıdır. Fotoğrafçılık tarihinde devrim niteliğinde olan bu ünlü fotoğraf, insanoğlunun yaşama dair tüm gerçeklikleri belgeleme tutkusunu alevlendirerek diğer fotoğrafçıların da önünü açacaktır. Sonraki süreçlerde gerek başta Tony Vaccaro’nun çekmiş olduğu kareler ile ikinci dünya savaşına ait tüm fotoğraflar, gerekse Vietnam savaşında çekilmiş olan fotoğraflar yaşananların tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmesini sağlamış ve insanları evlerinde doğal yaşantılarına devam ederken fotoğrafın dolaysız anlatım imkanı ile savaş ve ölüm olgularının gerçekliği ile yüzleştirmiştir. Özellikle ikinci dünya savaşında yaşanan sivil halka yönelmiş şiddet dini – ideolojik inançlardan doğan soykırımlar ve Hiroşima ile Nagazaki’ye atılan insan eliyle üretilmiş en vahşi silah olan atom bombasının etkisi ile şiddetin artan boyutu savaşın dolayısıyla ölümün fotoğraflanmasının da şiddetini arttırmıştır. Günümüz dünyasında her şeyin tüketim nesnesine dönüştürülerek hep daha fazlasının istenmesi, ölüm fotoğraflarını da gitgide dozajını yükselten bir şiddet eğilimiyle birlikte, özellikle sosyal medyanın sağladığı hızlı – global iletişim olanakları ve serbest piyasa medyasının reyting kaygılarıyla kan ve acıdan beslenen bir malzeme haline getirmiştir.
Nedir peki ölüm fotoğraflarından hem bu denli rahatsızlık duyarken hem de onlara bakmaktan bizi alıkoyamayan şey? Aristoteles’in Poetika’sında Yunan trajedyalarını açıklarken kullandığı katharsis kavramıya bağlantılı olarak acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizleyen bir teknik mi yoksa en ilkel avcı dönemlerimizden kalma vahşetten duyulan haz mı? Bu sorunun cevabını belirleyen ölümün sunuş şeklinden tutun da ölünün tarafına kadar pek çok değişken mevcut aslında. Savaş ve diğer doğal olmayan ölümleri meydana getiren durumlarda ölen kişinin ideolojik olarak tarafı ölüm kavramına ve dolayısı ile ölüm fotoğrafına bakış açısını tamamen etkileyecektir. Her savaş/olayın tarafları ideolojik olarak kendini haklı görme ve yapılanları meşru kılma yönünde tavır sergilemektedir. Günümüzde yaşanan terör/terör karşıtı mücadele olaylarında görülen şehit cenazelerinin sadece bayrağa sarılı tabutları ile görselleştirilmesine karşılık teröristlerin bütünlüklerini yitirmiş bedenlerinin tüm mahremiyetini vahşice gözler önüne seren fotoğraflar sıkça karşımıza çıkmaktadır. Bu tarih boyunca yaşanmış tüm savaşlarda da görülen “benim kanım senin kanından değerli” algısıyla yaratılan bir görselleştirme çalışmasıdır. Aynı zamanda savaş ve terör olaylarında sıkça görmeye alışkın olduğumuz sivil halk – özellikle çocuk – ölüm fotoğrafları ise tepki çekmeyi hedefleyen ve farkındalık yaratmak hedefli fotoğraflardır. Ancak yine işin derinine inilerek bakılacak olursa bu fotoğrafların medya organlarına servis ediliyor olması hem ölü bedenin mahremiyeti açısından ciddi etik problemleri beraberinde getirecek hem de olay terör bazlı ise olayın karşı tarafı konumunda olan örgütün hedeflediği korku politikasını beslemesi açısından da risk teşkil edecektir. Terör her dönem korkudan beslenen bir olgu olmuştur. Bu sebeple eğer ölüm fotoğrafları bu örgütlerin ellerinden çıkmaktaysa kişisel mahremiyete dair etik değerler tamamen hiçe sayılarak, korku üzerinden propaganda malzemesi haline getirilecektir. Bu durumun en yakın örneği olarak Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak bilinen örgütün medyaya servis ettiği hafızalardan silinmeyen kesik baş fotoğraflarını gösterebiliriz. Örgüt bu katliam fotoğraflarıyla çok hızlı bir şekilde dünya gündemine oturabilmiş ve yarattıkları korku havası ile dikkatleri üzerinde toplayabilmiştir. Terör olayları ve fotoğraf etiğine dair gösterilebilecek hassasiyetin en güzel örneği 11 Eylül saldırılarından sonra basına yansıyan fotoğraflar olabilir belki de. Amerika’nın teröre karşı sergilediği tutumla beraber 11 Eylül saldırılarında yüzlerce insan feci şekilde can vermiş olmasına rağmen olaya dair neredeyse bir kare bile ölüm fotoğrafı hiçbir mecra da yer almamıştır. Bu hem kişisel mahremiyet etiğine hem de politik duruşa nitelikli bir örnek teşkil etmektedir.
Bu noktada farklı toplumların da fotoğrafta ölüm olgusuna karşı etik olarak farklı tutumlar sergilediğini söylemek mümkün. Günümüzde baktığımızda bedensel bütünlüğünü yitirmiş en vahşi ölüm fotoğrafları çoğunlukla Asya ve Afrika’dan çıkmaktadır. Bu da bize göstermektedir ki toplumlarda insan haklarının uygulanışı ile ölümün mahremiyetine yaklaşım paralellik taşır. İnsan hakları konusunda gelişmiş toplumlarda etik olarak ölüm fotoğrafları kişinin kimliğini dışa vurmayacak şekilde çekilecek veya çekilmesi zorunlu bir durum değil ise hiç çekilmemesi tercih edilecektir. Ancak insan haklarının pratikte uygulanması azaldıkça bu durum ölüm fotoğraflarına da yansıyacak ve ölü bedenler tüm vahşetiyle, hatta kişisel mahremiyet tamamen hiçe sayılarak ölüm pornografisine dönüştürülmüş halleri ile birer seyir malzemesi haline gelecektir. Tabi bu noktada servis edilen fotoğrafların taraflarının ve vahşetin düzeyinin tasarımında politik gücün kimin elinde olduğu da belirleyici bir etken olacaktır.

Etik olup olmadığı hala tartışılmaya devam etse de bazı durumlarda servis edilen ölüm fotoğraflarının cümlelerle anlatılamayacak bazı gerçeklikleri ortaya koyarak toplumsal bir farkındalık yarattığı da yadsınamaz bir gerçektir. Suriye’de kimyasal gazdan ölen çocukların fotoğrafları basına yansıdığında tüm dünyanın gözünü oraya çevirmesi, Ramazan Öztürk tarafından çekilen “Sessiz Tanık” fotoğrafının tüm dünyaya Halepçe katliamını duyurması veya “İnsanlık kıyıya vurdu” başlığıyla tüm dünya medyasında paylaşılan Aylan Kurdi bebeğin fotoğrafının Avrupa’nın politikalarını değiştirerek mültecilere kapılarını açmasına sebep olmasını farklı bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde fayda sağlayan örneklerden bir kaçı olduğunu söyleyebiliriz. Yine de kişisel mahremiyet etiğini yitirmiş sürekli şiddetini arttırarak servis edilmeye devam eden ölüm fotoğraflarının en tehlikeli yanı belli bir zaman sonra izleyicide duygu körlüğü yaratarak sıradanlaşmaya başlayacak ve kitleleri harekete geçirip tepki yaratacağı düşünülen en trajik fotoğrafların dahi etkisini yitirecek olmasıdır. Bu nedenle ölüme dair paylaşılan fotoğrafları değerlendirirken hem medyanın hem de güçlü etkisi nedeniyle her biri bireysel medya mensubu görevi gören sosyal medya kullanıcılarının çok katmanlı bir bakış açısıyla etik değerlere hassasiyet gösterir bir tavır sergilemesi oldukça önem taşımaktadır.
Her kültürde mahremiyeti önem taşıyan ve farklı inançlarda farklı törenlerle kutsanan ölüm olgusunun fotoğrafçılıkta da bir reyting malzemesi ve eğlencelik seyir öğesi olmaktan çıkarılarak hak ettiği saygıya yeniden sahip olabilmesi ancak bireysel ve toplumsal sağduyu ile gerçekleşecektir.Bu sağduyunun en güzel tanımını ise belki de Aristoteles’in etik kavramını açıklarken kullandığı cümleler yapacaktır;
“İçimizdeki töresel iyi özellikler, ne doğanın bir zorunluluğudur ne de doğaya karşı oluşmuştur, aksine onları kendimize katma yeteneği bizim doğamızda vardır ve ahlaki özellikleri alışkanlık haline getirerek mükemmel duruma yaklaşırız.”
Işığınız bol olsun..
.
Dide BERK
28 Aralık 2015